Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Prof Dr Rıdvan CANIM

YAŞADIĞIMIZ ŞEHİRLER-II

Önceki yazımızda şehirlerin toplum hayatındaki yerinden bahsetmiş, şehir olgusunun esasen bütün toplumlarda birlikte yaşamanın vazgeçilmezlerinden biri olduğunu söylemiştik.  Şehirler aslında her bakımdan insanlara çok benzerler. Nitekim, şehirlerin de tıpkı insanlar gibi iyi günleri, kötü günleri ve neticede birer ömürleri vardır. Şehirlerin de iktisadî, siyâsî, sosyal ve kültürel hayatı vardır. Unutulmayacak tarihî geçmişleri, şan ve şeref dolu günleri vardır. Hiç unutamayacağı acıları ve hüzünleri vardır. Hatta şehirlerin de dostları ve düşmanları vardır. Şehirler de bağırlarında barındırdıkları insanlardan sevgi, şefkat ve ilgi beklerler. Horlanmak, aşağılanmak, itilip kakılmak istemezler. Bunlar şehirlerin kimliklerini oluşturan değerlerdir. Tıpkı insanlar gibi, sıradan değil, iyi birer kimlikleri olsun isterler. Bütün bunları, içinde yaşadığımız şehirlere çok görmeyelim. Ve çoğu zaman bireyler olarak bizleri, mensubu bulunduğumuz şehirlerin ön plâna çıkardığını, içinde yaşadığımız, kültürüyle yoğrulduğumuz, töreleriyle terbiye olduğumuz şehirlerin her fırsatta bize referans olduğunu da unutmayalım.

Son yıllarda şehre ve şehirde yaşayanların sorunlarına dair çözüm arayışları hızlansa da üzülerek görüyoruz ki şehirlerimiz için sağlıklı, yeterli ve plânlı iskan politikalarımızın yetersizliği, meseleyi çözümsüz kılmakta ve her geçen gün mevcut tabloyu büsbütün çıkmaza sürüklemektedir. Devletin güvenlik kuvvetleri ne yazık ki her gün, niteliksiz göçlerle şehirlere akın eden insanlarla mücadele etmekte, buralarda tutunamayacağını anlayanlar da şehrin içerilerine, bilmedikleri, hiç alışık olmadıkları bir sosyal çevrenin ortasına düşmektedirler. Büyük şehirlerin köprü altları, kuytu köşeleri köyünü kasabasını terkedip gelen bu “sığıntı insan”ların yeni meskenleri olmaktadır. Batılı toplumlar bu gerçekle çok erken yüzyüze kaldılar. Onların tanımıyla “homeless” olarak tanınan bu “evsizler”, bugün batı şehirlerinin kaldırımlarını, toplumların ayıbı olarak işgal ediyor. Esasen hepsi “bizden” ve “bizim” olan bu insanların gelecekteki sosyal statüleri ne olacaktır, bunların toplumsal kimlikleri nedir, gibi sorular da havada kalmaktadır tabii.. Ancak havada kalmasını bugün için önemsemeyenler, yarın bu insanların birer birer kültürel kimlik arayışına yönelmesi karşısında, “biz kimiz ve bu toplumun nesiyiz, neresindeyiz?” sorularına cevap arama ve bu açıdan sistemi sorgulama noktasına geldiklerinde, endişemiz odur ki, tedbir için biraz geç kalınmış olacaktır.

Şehirler, bizim topluluklar halinde birlikte yaşadığımız yerlerdir. Kültür dediğimiz şey biraz da topluluklar halinde bir arada yaşayan insanların birbirlerine tahammül etmeleri, birbirlerine katlanmaları, birbirlerini anlamaya çalışmaları değil midir? Geldiğimiz noktaya şöyle bir bakalım; şehirleşiyor muyuz yoksa şehirlerimizi beton yığınları haline mi getiriyoruz? Modernleşiyor muyuz, yoksa her geçen gün kendimizden uzaklaşıyor, kültürel anlamda yozlaşıyor muyuz? İçinde yaşadığımız şehirleri yaşanmaz, çekilmez mekânlar haline getiren bizler değil miyiz? En küçük bir tatili fırsat bilerek bu şehirlerden kaçmak isteyişimizin sebebi nedir? Ha, demek ki bir yerlerde bir şeyleri yanlış yapıyoruz. Birey olarak veya bireylerin oluşturduğu toplumlar olarak eğer inandığımız, sahip olduğumuz hayat felsefesi, dünya görüşü, birlikte yaşama kültürü dışında bir şehir yapılaşmasına doğru ilerliyorsak -ki öyle görünüyor- o zaman kendimiz için inşa ettiğimiz şehirlerin bizi mutlu etmesini de beklememeliyiz. Veya şöyle diyelim; bir yandan yüreğimizdeki ve kafalarımızdaki yaşama tarzlarına uygun olmayan, bize uymayan şehirler inşa etmeyi sürdürürken diğer taraftan da bu şehirlerin bizi mutlu etmesini beklemek bir hüsnü kuruntudan öte gitmeyecektir herhalde.. Kısacası bizim dışımızdaki insanların bizim için hazırladıkları “ısmarlama” veya “yapay” bir şehir hayatını belki de “kerhen”, yani istemeye istemeye, beğenmeye beğenmeye yaşayıp gidiyoruz demektir bu..

Bugün şehirlerimizde mimar ve mühendislerimizin ticari kaygılarla inşa ettikleri, insan hayatını asla ön plâna almayan ve tabiri caizse “dayatılan” mekanlarda  yaşamak zorunda kalıyorsak, bize “öngörülen” bir hayatı yaşamak zorunda bırakılıyorsak bunda kendimizi büsbütün masum görmemeliyiz. Bunda “bizim” duyarsızlığımızın katkılarını da gözardı edemeyiz. Komşu apartmanın duvarına açılan evimin penceresinin benim hayatımı -orada yaşadığım sürece- ne hale getireceğini düşünmüyorsam, bizi gökyüzünün bir parçasını bile görmekten mahrum bırakan insanların yaşama anlayışına ben de katkıda bulunuyorum demektir bu.. İsteyerek veya istemeyerek.. Ama sonuçta ziyan olan hayatlar bizim hayatlarımızdır, gerisi boş..

Şehirlerimizi idare edenler ve bu şehirde yaşayanlar! Unutmayalım ki biz şu anda içinde yaşadığımız bu şehirlerin misafirleriyiz. Biz yokken de bu şehirler vardı ve herhalde bizden sonra da olacaktır. Şehirler bize değil, biz yaşadığımız şehirlere muhtacız. Bizim kültürümüzde emanete ihanet yoktur. İçinde yaşadığımız “şehir emaneti”ni bizden önce buralarda yaşayanlardan nasıl almışsak bizden sonra gelecek olanlara da öylece bırakalım. Öylece bırakmayalım hatta daha da güzelleştirerek, yaşamak için daha da cazip hale getirerek bırakalım. İçinde yaşadığımız şehirlerin bize huzur veren mekânlar olmasını diliyorum.

Yaşadığınız köyler, kasabalar, şehirler size huzur ve mutluluk veren mekânlar olsun efendim..

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER